TANRISIZ AHLAK 1 Ahlk ilk toplumlardan itibaren yaamn
TANRISIZ AHLAK 1
• Ahlâk, ilk toplumlardan itibaren yaşamın içinde yer almıştır. • İnsan yaşamını düzenleyen ilkeler içinde o, önemli bir yere sahiptir. Bunun için de ahlak ilkeleri insanların yeme, içme, barınma gibi ihtiyaçlarında, diğer insanlarla ilişkilerinde ve kendi iç dünyasıyla olması gereken düzeninde, vazgeçilmez bir biçimde öne çıkmaktadır. • Kısacası ahlâk, sadece bireysel yaşamda değil, toplumsal ve günlük yaşamın bütün safhalarında var olması gereken bir değerdir. 2
• Din olmaksızın ahlâkın olamayacağı inancı, Batı dünyasında neredeyse iki bin yıl boyunca hüküm sürmüştür. • Bilindiği gibi dindar insanlar, Tanrı inancıyla ahlâklı olmak arasında çok ciddi bir bağ görmüş ve her iki konuyu, asla birbirinden ayrı düşünmemişlerdir. • Onlar, Tanrı’ya inanan bir insanın, aynı zamanda ahlâklı olduğunu (ya da olması gerektiğini) ileri sürmüşler; buna karşın inanmayan bir insanın da, yüce bir otoriteyi kabul etmediği için, hareketlerinde sorumsuz olduğunu ve ahlâksızlıkla karşıya bulunduğunu iddia etmişlerdir. 3
• Ateistler de, bu durum karşısında sessiz kalmamışlar ve kendilerini savunmuşlardır. • Ateistler, Tanrı inancı ile ahlâk arasında zorunlu bir ilişki görmemiş ve ahlâkın dinden bağımsız olduğunu iddia etmişlerdir. • Bazı ateistler, doğal olarak ahlâklı olmaya karşı çıkmadıklarını belirtmiş, karşı çıktıkları şeyin ise ahlâk konusuna, olmazsa olmaz bir öge olarak Tanrı inancının karıştırılması olduğunu söylemişlerdir. 4
• Bazı ateistlere göre ise, dini ahlâka temel yapmak, ampirik karakterde olan ve daima değişen bir alanı, değişmezliğine inanılan bir otoriteye bağlamak demektir. • Örneğin Henry Hazlitt’e göre, mevcut ahlâk ilkelerine tabiatüstü bir özellik atfetmedeki tehlike şudur: “Bu durum, bütün ilkeleri kutsallaştırır, onları tartışılmaya ve eleştirilmeye karşı hararetle korur. Sonuçta ahlâk sıradan, “basmakalıp” bir yapıya dönüşür, asla iyileştirilemez ve asla mükemmelleştirilemez. Müphem hükümler, en önemli ve gerekli hükümler hâle getirilerek korunur. ” 5
• Amerikalı ahlâk felsefecisi James Rachels da, Tanrı inancının O'nun buyruklarına itaat etme yönünde, topyekûn ve niteliksiz bir teslimiyeti gerektirdiğini, bu teslimiyetin ise irade sahibi ahlâki bir faile uygun olmadığını söyleyerek eleştirir. • Zira ona göre, ahlâki bir fail olmak, otonom veya kendini yöneten bir öge olmak demektir. 6
• Diğer bir kısım ateist ise, ideolojik davranarak, hiçbir ahlâki ilke tanımadığını belirtmiştir. • Bunlar, dindar insanların tutum ve davranışlarını da sorgulamış, onların günlük hareketlerini kendilerince materyalist açıdan yorumlamaya çalışmışlardır. 7
• Ahlâkın özerkliği ve değerlerin Tanrı inancından bağımsız olarak düşünülüp düşünülemeyeceği konuları, tartışmaların odak noktasını teşkil etmiştir. • Tanrı inancı ile ahlâk arasındaki ilişkinin varlığını zorunlu görmeyenler, kendi aralarında birkaç gruba ayrılmışlardır: • Bir kısmı, din temelli ahlâk anlayışını kabul etmeyen, insan özgürlüğünden hareketle, Tanrı’nın ahlâki bir otorite olarak var olmaması gerektiğini ileri süren materyalist, nihilist ve varoluşçu düşünürlerdir. 8
• Diğer bir kısmı ise, Tanrı inancını reddetmenin zorunlu olarak ahlâki ilkeleri ve moral değerleri bir kenara atmak anlamına gelmediğini söylemişlerdir. Yalnız bu kişiler, bu kabulle birlikte ahlâki ilkelere teistik olmayan bir temel bulma çabasını da vermişlerdir. • Bu bağlamda, çağımızda teist ahlâk anlayışıyla örtüşmeyen natüralist, hümanist ve seküler vb. ahlâk anlayışlarının da yaygınlaştığı görülmüştür. 9
Tanrısız Ahlâk Anlayışları 1 -İmmoralizm • “Ahlâksızlık ahlâkı” olarak da ifade edilen immoralizm, toplumca belirlenmiş ahlâk değerlerini değiştirmek isteyen görüşlerin genel adıdır. • Bu kavramı ilk kez, Nietzsche kullanmıştır. • Ahlâki ödev, ilke ve kuralların insanlığını öldürdüğünü, insanı baskı altında tutup, köleleştirdiğini savunan ve bundan dolayı ahlâka tamamen karşı çıkan, ahlâklılığa karşı kayıtsız kalan görüş ya da geleneksel ahlâk anlayışına karşı koyma tavrıdır. 10
• Evrimci etiğin kurucusu Charles Darwin’in gelişme öğretisini, yaşam savaşı öğretisini kendisine temel alan Nietzsche, ahlâk anlayışını da bu temel üzerine oturtmaya çalışmıştır. • Darwin’in öğretisi, türlerin kalıcı olmadığını, sürekli geliştiklerini, yaşama savaşında güçsüzlerin yenilip, güçlülerin kaldığını ve daha yetkin, daha yüksek bir soy yarattıklarını göstermektedir. Öyleyse ahlâkın amacı nasıl eşitlik olabilir, nasıl toplumsal barış, çıkarlarda uyum olabilir? • Nietzsche’ye göre eşitsizlik, başka bir ifadeyle ancak güçlülerin güçsüzler üzerine egemenliği doğal olabilir. • Ona göre salt doğruluk diye bir şey yoktur. 11
• Nietzsche’ye göre, iki bin yıldır ahlâka, güçsüzlerin maruz bırakıldığı köle ahlâkı egemen olmuştur. Ancak bundan sonra insanlar, ahlâk anlayışlarını temellendirebilmek için, ne Hıristiyan Tanrı’sına ne de herhangi bir felsefi ilkeye muhtaçtırlar. • Yeterince güçlü ve özgür ruhlara sahip olanlar eskimiş değerleri baş aşağı edip, kendi görece değerlerini kendileri yaratacaklardır. 12
• Nietzsche’ye göre ahlâk, mevcut ahlâk anlayışlarından tamamen farklı ve mevcut anlayışa tamamen zıt değerler üzerine kurulmalıdır. • Yani o, ahlâkın, ahlâk dışı değerler üzerine kurulmasını ve geçmiş değerlerin yıkılmasını istemektedir. Zira aktüel ahlâk, çökerten, çirkinleştiren, zayıflatan ve sonunda ahlâksızlaştıran bir takım değerlerdir. 13
• Nietzsche’ye ne cevap vermek istersiniz? 14
• Bir immoraliste/nihiliste düşünce sisteminin yanlış olduğunu ifade etmenin yolu, belki de ondan hiçbir ahlâk kanununun olmadığı veya bizim alışkın olduklarımızın tam zıddı ka nunların olduğu bir toplum tasavvur etmesini istemektir. • Ona ayrıca kötü huyun, ahde vefasızlığın, yalanın, hırsızlığın, soygunun, şiddetin, nankörlüğün, kargaşa ve kaosun kural olduğu ve tercih edildiği, hatta bunların zıtlarından, iyi alışkanlıklar, ahde vefa, doğru sözlülük, dürüstlük, zarafet, sadakat, başkalarını kollama, barış, düzen ve sosyal dayanışma daha fazla tercih edildiği bir toplumun var olmayı ne ölçüde başarabileceklerini ya da sürdürebileceklerini tasavvur etmesini isteyebiliriz. 15
2 -Ateist Varoluşçu Etik • Varoluşçu ahlâk her şeyden önce bir özgürlük ahlâkıdır. • Varoluşçu düşüncede ben (benlik), varlık ile özdeştir. • İnsanı önce bir varlık olarak ele alan varoluşçu felsefe, insanların ahlâki yaşamını da önce varlığı anlamaya çalışarak betimlemek ister. • Buna göre insan, kendi özünü kendisi yaratır; kendi özünü yaratan tek varlık da insandır. • İnsan, yardımsız, desteksiz ve tek başınadır. O, seçim konusunda mutlak özgürdür; özgürlüğü de özgürlük adına seçer; özgürlükle yapılan ve seçilen her şey, ahlâka da uygundur. 16
• Varoluşçu etikte, bireyin uyması gereken hiçbir doğaüstü ya da doğaötesi davranış kuralı yoktur. • Yaşam kurallarımız, kendimiz için kararlaştırdığımız kurallardır ve eğer sonunda belli konularda, yüzyıllar öncesinin ahlâk kurallarını koyanların haklı olduklarına karar verirsek, bunlar bizim kurallarımız olmaktan çıkmazlar; çünkü onları kendimiz için deneyip sınamış olacağız ve bireysel deneyimlerimiz temelinde kabul edilir bulacağız. 17
• Varoluşçu felsefenin önemli filozofu Jean Paul Sartre’dır. • Eğer insan, varoluşçunun onu tasavvur ettiği gibiyse, tanımlanamazdır. Çünkü başlangıçta o hiçbir şeydir. Ancak ondan sonra o, bir şeyler olabilecektir ve olacağı şeyi bizatihi kendisi yapmış olacaktır. O halde insan doğası diye bir şey yoktur, çünkü onu tasarlayan Tanrı yoktur. • Eğer varoluş gerçekten özü önceliyorsa, insanoğlu ne olduğundan sorumludur. • Böylece varoluşçuluğun ilk hamlesi, her insanı ne olduğunun farkına vardırmak ve varoluşunun, onun üzerine kurulu olduğunun tam sorumluluğunu insana bildirmektir. 18
• Varoluşçuluğun çıkış yeri, bireyin öznelliğidir. • Sonunda kendimden başka hiçbir şey yoktur düşüncesiyle tekbenciliğe varır. Çünkü bir insanın kendini gerçekleştirmesi, sadece bireysel bir imkân olarak mevcut değildir. • Böyle bir durumda, insanlar arası bir düzen olarak hukukun anlamı dışlanmış olur. • Bir hukuk düzeni için, insan önce toplumsal kişi olarak kavranmak zorundadır. İnsan, toplumsal ilişkileriyle vardır. Bireysel bir öz olarak hareket edemez, aksine o, bir toplumsal varoluş içinde iradeli ve sorumlu eylemlerde bulunarak kendisini gerçekleştirmiş olur. 19
• Sartre’ın bakış açısına göre, özgürlükle yapılan her şey, ahlâka uygundur. Bu düşünceye göre, bir tek suç vardır, o da pişmanlıktır. • Yaptığından pişmanlık duyan kimse, kendi özüne ihanet ediyor demektir. Onun için de insanları suçtan değil, pişmanlıktan kurtarmak gerekir. • Bu ahlâk anlayışında aklın yeri yoktur; çünkü varoluş daima düşünceden önce gelir. • Sartre böylece sınırsız bir göreceliğe yol açmış oluyor. • Öncesiz sonrasız doğrular olmadığı gibi öncesiz sonrasız ahlâk yasaları da yoktur. • Bu durumda biricik mutlak değer, özgürlüktür. Böyle bir anlayışta suça da yer kalmamaktadır. 20
• Sartre, kendi özgür iradesiyle tecavüz etmeyi, hırsızlık yapmayı ya da cinayet işlemeyi seçen bir insanın kurtuluşu sanki ondaymış gibi, bu kararlarını sonuna kadar takip etmesi gerektiğini ilan eder. • Örneğin, Sartre’ın üç perdelik tiyatro eseri Sinekler’in kahramanı Orestes önce kendi annesini öldürür; sonra da şöyle der: “Ben özgürüm. . . Özgür ve tek başımayım. ” Sonra feryat ederek şöyle söyler: “Görüyorsunuz ey Argos halkı; bu suç sadece benimdir; iddia ediyorum ki onu yalnızca ben işledim, herkes bilsin; o benim şerefimdir, hayatımın işidir. ” 21
• Sartre’a göre hiçbir şey, insanın davranışlarında bir prensip veya yol gösterici durumunda olamaz. • Yaşamda, önceden belirlenmiş yapılması veya yapılmaması gereken hiçbir şey yoktur. • Bu yüzden Tanrı'nın yokluğunun doğurduğu tam özgürlük, Sartre’da, insanın davranışlarına bir başıboşluk meydana getirmiştir. 22
• Size göre Sartre’ın düşüncesi doğru mudur? 23
• Ölüm, insanların sonu olacaksa ahlâken iyi olmaya çalışmanın hiçbir anlamı yoktur. • Tanrısız bir evrenin parçalarından ibaret olsaydık, ahlâklılık adına sarf edilen çabalara ve bu uğurda çekilen sıkıntılara tahammül etmenin bir anlamı kalmazdı. • Eğer Tanrısız bir âlemin parçalarından ibaretsek, ahlâklı olmak için neden sıkıntıya girelim ki? • Bazı insanlar, bu noktada da, özellikle topyekûn bir fedakârlık durumunu gündeme getirir. Fakat Tanrı gerçekten yoksa, böylesi bir mutlak fedakârlık da tamamen akıl dışı olacaktır. 24
3 -Natüralist Ahlâk • Natüralist bakış açısına göre insan, sıradan bir canlıdır ve tamamen kör tesadüflerin sonucunda oluşmuştur. • Ontolojik anlamda baktığımızda insan, uyum içinde çalışan atom topluluklarından başka bir şey değildir. Dolayısıyla natüralist bakış açısında, nesnel ahlâki önermeler olduğunu iddia etmek mümkün değildir. • Natüraliste göre, dışsal ve belirlenmiş “iyi” diye bir şey olmadığı için, ayırıcı bir etik algı da yoktur. • Natüralist düşünürlerinden Paul Churchland'a göre ahlâki erdem, insanın dışındaki bir otoriteden gelmez; yaşam boyunca sosyal tecrübeden elde edilir ve geliştirilir. 25
• Natüralizme göre ahlâki olan, tabiatı takip etmektir. • Gayelilik izlerinden sıyrılmış olan natüralist ahlâk anlayışlarına göre ahlâk ilmi, kesin bir kural ihtiva etmeyen ahlâklılığın doğal tarihi olarak kabul edilmiştir. • Natüralizme göre tercihler/özgür irade, yanlış varsayımlardır. • Özgür iradesi olmayan robotlar isek, doğada yeri olmayan değerlerin insanda da yeri olmayacaktır. 26
• Natüralist etiğin temelini oluşturan evrimsel ahlâk kuramında, “Niçin ahlâklı olalım ki? ” diye sormak, “Niye acıkalım ki? ” diye sormak gibidir. • Hatta “Niye kıskanalım ki? ” ya da “Niye âşık olalım ki? ” diye de sorabiliriz. • Onlara verilecek yanıt, ahlâklı olmanın tıpkı acıkmak, kıskanmak ve âşık olmak gibi, insan doğasının bir parçası olduğudur. 27
• Natüralist ahlak anlayışını benimseyen birine ne söylemek istersiniz? 28
• Kör tesadüfi süreçler sonucunda, “ahlâki farkındalık” gibi çok kompleks ve insana has bir özelliğin ortaya çıktığı iddiası çok mantıklı görünmemektedir. • Tesadüfen oluştuğu iddia edilen bir canlının, her şeyi ile beraber ahlâki değerleri de tesadüfen oluşmuş olacağından, doğa da şuursuz ve ahlaka karşı umursamaz olacağı için; bu ontolojiden nesnel ve evrensel ahlak kuralları çıkarılamaz, ancak nesnel temeli olmasa da toplumun iyiliği için birtakım normlar ortaya konulabilir. 29
4 -Hümanist Ahlâk • “Ahlâkı, iyi ile kötüyü ayırabilmek ve bu karara göre davranabilmek” olarak tanımlayan hümanist yaklaşımın en önemli temsilcilerinden biri olan Erich Fromm, ahlâki davranışın çatısının, akla dayanarak değer yargıları oluşturabildiği inancındadır. • Ona göre, tek Tanrılı dinlerde de, hümanist dinî sistemlerin hepsinde de ahlâk, kurumların ve nesnelerin herhangi bir insandan üstün olmadığını, yaşamın amacının, insanın sevgi ve akıl yeteneklerini ortaya çıkarmak olduğunu ve diğer tüm insan etkinliklerinin, bu amaca hizmet etmesi gerektiği ilkelerine dayanır. 30
• Hümanist ahlâkta "iyi" dediğimiz şey, hayat karşısında olumlu bir tavır takınılması ve insanın güçlerinin gelişmesidir. • Erdem, insanın kendi varlığına karşı gösterdiği sorumluluktur. • Buna karşın “kötü" dediğimiz şey, insanın güçlerinin zedelenmesi ve bozulmasıdır; kötülük ise insanın kendine karşı sorumsuz bir tavır takınmış olmasıdır. 31
• Fromm, hümanist dinlerin kurallarının, aynı zamanda ahlâki olduğunu ve bu açıdan dinî olan ile ahlâki olan arasında bir fark olmadığını belirtir. Çünkü her iki durumda da kaynak, insandır. • Şu halde, ahlâkı Tanrı'ya bağlamak yerine, doğrudan insanın içsel yönelimleri üzerine temellendirmek, Fromm'un ahlâk anlayışının özünü oluşturur. • İnsanlar için neyin iyi, neyin kötü olduğunu değerlendirmek için bir merkez olması gerekecektir ki bu, “vicdan” denilen iç otoritedir. 32
• Bir eylemi “iyi” kabul etmemizi haklı kılacak şey, dinsel ahlâkta olduğu gibi Tanrı'nın onu “iyi” olarak nitelendirmesinden çok, o eylemin özünde bulunan “iyi” niteliğinden dolayı olmalıdır. • Bu nitelik her yerde ve her zaman geçerli olmayabilir. Ama eğer o an, o eylemde, benim için veya toplum için iyi bir nitelik varsa, bir yarar sağlıyorsa, o “iyi”dir. 33
Tedbir Ahlâkı ve Dini Motivasyon • Ahlâkın kaynağındaki Tanrı, insanı ahlâk ilkelerine uygun hareket etmeye muktedir kılacak bir motivasyon kaynağı durumundadır. Çünkü böyle bir anlayışta ahlâk ilkeleri ile sadece bir şeyler buyurulmamakta, aynı zamanda bu ilkelere uygun hareket edenlere sevap va'd edilmekte; uygun hareket etmeyenler ise ceza ile korkutulmaktadır. • Dolayısıyla ahlâken iyi olan bir şey dinen “sevap”; kötü olan da, dinen “günah” olmaktadır. • Bir başka ifadeyle, “yapmalısın” buyruğu, sadece ahlâki bir yükümlülüğü değil, aynı zamanda dinî bir vecibeyi de ifade etmektedir. 34
• B. Russell’a göre, günümüzde ahlâka teolojik bir çıkış noktası eklemlenerek yapılabilecek iyiliğin büyük tehlikeler doğurabileceği ve yapılmış olan iyiliğin bir hiç gibi kalacağı söylenebilir. • Ona göre, uygarlığın ilerlemesiyle birlikte yeryüzü kanunları daha bir güven uyandırmaktadır. Tanrısal kanunlar da aynı oranda güven azalmasına sebep oluyor. Çalmaya alışmış halk, yakalanacağı düşüncesiyle bu tutumundan vazgeçiyor, yakalanmazsa Tanrı’nın cezasına uğrayabileceğine gittikçe daha az önem vermeye başlıyor. • Bir dine inanan insanlar, bugün başkasının malını gasp ederlerse Cehenneme gideceklerine inanıyorlar. Zamanı gelince Cehennemin o eski cazibesi kalmadığı için de fikirlerinde bir şaşkınlıkla karşıya kalıyorlar. • Uygar toplumlarda ise, herkes başkasının malını gasp etmemeye özen gösteriyor; bunun en önemli sebebi de, dünyada cezaya çarptırılmalarının imkân dâhilinde olması gerçeğidir. 35
• W. S. Armstrong seküler ahlâkçıların, Cehennem olmadan da ahlâklı olmanın birçok nedenini gösterebileceğini belirtir: • Şöyle ki ahlâklı olmak, bizim çıkarımızadır. Ahlâksızlık pek prim yapmaz. Kuşkusuz, bazı kişilerin yaptıkları kötü davranışlar yanlarına kâr kalıyordur; fakat çoğunluk onlara karşıdır. İnsanlar aldattıklarında, çaldıklarında ya da öldürdüklerinde kendilerini büyük riske atmaktadırlar. Ve paçayı sıyırsalar bile, dürüstçe hareket ettiklerinde ulaşacaklarından daha mutlu olmayacaklardır. Suçluluk duygusu ya da cezalandırılma korkusu peşlerini bırakmayacaktır. Onursuz birinin yaşamı hiç de görüldüğü gibi güzel ya da bazı popüler kurgularda resmedildiği gibi havalı değildir. • Dolayısıyla, yegâne nedenimiz kişisel çıkar olsa bile, ahlâklı olmak için çoğu zaman sağlam nedenlerimiz vardır. 36
• Teistin düşüncesi şöyle olmaktadır: “Tanrı’nın buyruklarına uymalıyım, çünkü bunu yaparsam Tanrı beni ödüllendirir, yapmazsam cezalandırır. ” • Russell'a göre, tedbir ahlâkının, davranışlarımıza temel olması, hedonizmi teşvik eder. Hıristiyanlık ve İslam da, daima bir tedbir ahlâkı olagelmiştir. 37
• Russell’a ne demek istersiniz? 38
• Tanrı’ya her şeyimizi borçlu olmamız (minnettarlık gibi hislerle motivasyon sağlayarak) veya Tanrı’nın ahirette yaptıklarımızın karşılığını verecek olduğuna dair beklenti (mutluluk veya korkulardan kurtulma arzularımızla motivasyon sağlayarak) “eylem” (doğru/olmalı) için motivasyonel temel sağlar. • Kısacası teizm, meşru otorite sunarak, ahlâkın bağlayıcı özelliğine, hem rasyonel hem motivasyonel hem de ahlâki doğuştan özelliklerimizle uyumlu bir temel sunmaktadır. 39
• John Locke, insan aklının bildirdiği ahlâk kuralları ile Tanrı’nın bildirdiği ahlâk kurallarının sahip olduğu bağlayıcılığın farklı derecelerde olduğunu belirtmektedir. • Ona göre insan aklının bildirdiği ahlâk kuralları, aynı sürekliliğe sahip değildir. • Örneğin, sözünüzü tutmadığınız zaman sizi cezalandıracak ve tuttuğunuzda ödüllendirecek bir Tanrı varsa, sözünüzü tutmak artık aptalca olmayacaktır. • Ödüller ve cezalar varsa, iyi olmak işe yarar. Bu, bir Tanrı olduğunu düşünmek için bir neden oluşturmaz. Fakat bazılarının, bir Tanrı olmadığında, ahlâklılığın anlamsız olduğunu düşünebilmelerinin nedenini oluşturur. • Ya da Rus yazar Fyodor Dostoyevski'nin ortaya koyduğu gibi, "Tanrı olmasaydı, her şey mübah olurdu. " 40
• Tedbirli bir teistle, tedbirli bir ateist arasında fark vardır: • Tedbirli ateist, eğer sırf kanundan veya toplumun kınamasından korktuğu için kötülük yapmaktan kaçınıyorsa, kanun ve toplumun elinin yetişemediği yerde istediğini yapmakta bir sakınca görmeyecektir. • Oysa teist, içinden geçirdiği en gizli niyetleri bilen bir Tanrı’nın varlığına inanmaktadır. Eğer o, inancıyla tutarlı bir hayat sürdürecekse, hiçbir zaman "şimdi istediğimi yapabilirim" diyemeyecektir. • Mehmet S. Aydın’a göre, tedbirli tutumla ahlâki tutumu karşıya koyanlar, teistin içinde bulunduğu inanç boyutunun ve psikolojik şartların değerlendirilmesini yeterince yapamamakta ve Tanrı’dan korkmayla kanundan ya da toplumdan korkmayı bir ve aynı saymaktadırlar. 41
• Ayrıca cezalandırılma korkusu veya ödüllendirilme ümidi ile bir takım fiilleri yapmak, zamanla yerini bu duyguları bir yana iten ahlâki davranışları yapabilme yatkınlığına bırakabilir. • Eğer bazı dinler, Cehennem korkusunu ve Cennet ümidini daha ahlâklı bir kişi veya toplum yaratmak için kullanıyorlarsa, bunu "ahlâki değil" şeklinde yorumlamamak gerekir. • İnsan, Tanrı’nın kendisini cezalandıracağını düşünerek başkalarına kötülük yapmamanın, iyi olmanın hazzını yaşayabilir ve sonunda cezalandırılma korkusu olmadan da iyi yolu seçebilir. 42
• Bilindiği gibi, ahlâki yatkınlığın güç kazanması zaman ister ve bazı fiillerin uzun süre tekrarını gerektirir. • Eğer dinin öne sürdüğü şekliyle tedbirli görüş, ahlâki yatkınlık için bazı kişilere bu imkânları sağlıyorsa, onu ahlâk alanının dışına itmek ve zararlı görmek hiç de akla yatkın görünmemektedir. 43
• Russell ve onun gibi düşünen ateistlerin iddia ettikleri gibi, Tanrı inancı olmadan da belki ahlâklı olunabilir. Ancak onda emirler ve yasaklar bulunmaz. Bunlar olmayınca, mükellefiyet ile müeyyide de olmaz. Bu durumda, ahlâkın temel unsurları oluşmaz. • Ayrıca onda saygı ve ta’zimle bağlanılacak bir tarafın olması da mümkün değildir. • Oysa Tanrı emri, saygı ve tazimi gerekli kılar. • Ayrıca onda çift boyutlu (dünyevi ve uhrevi) bir müeyyide anlayışı da vardır. Bütün bunlar, insanlar arası ilişkilerin daha sağlıklı yürümesinin en büyük teminatı sayı lırlar. 44
• Gerçek dindarlar, hangi dinden olurlarsa olsunlar, salt Cehennem korkusu ve salt Cennet ümidinden dolayı ahlaki eylemde de bulunmazlar. • Belki belli bir süre sonra onlar, bunları çoktan aşar ve ahlaklılık onlarda vazgeçilemeyecek ve aksi ortaya konulamayacak bir huy haline gelir. • Dolayısıyla ahlaki bir eylemi Cennet ve Cehennemi de dikkate alarak yapmak, kişisel dünyevi bir çıkarı veya menfaati dikkate alarak ahlaki eylemde bulunmakla karıştırılmamalıdır; bu yöndeki eleştiriler haklı eleştiriler değildir. 45
• A ve B, zinanın kötü olduğunu kabul etmektedirler. Fakat A mutlak ilkeyi kabul ettiği halde B etmiyor. Bu durumda A için zina, kesinlikle ve her halde kötüdür. Artık o, ne zaman, nasıl ve kiminle zina yapabileceğini düşünmez. • Öte yandan B, zinanın kötülüğüne inanmakla beraber bazı durumlarda ona izin verilebileceğine inanabilir. Başka bir deyişle A, "mutlak" bir ilkeye dayandığı halde, B, kararını "duruma göre" verecektir. • Her ikisi de zinanın kötü olduğunu kabul ettikleri halde yalnız A, onu kayıtsız şartsız "kötü" olarak görecektir. Çünkü bu konuda Tanrı’nın kesin buyruğu vardır. 46
• Tanrı’ya inanmak, ahlâki ödevlerin yerine getirilmesini kolaylaştırma bakımından çok önemlidir. • Ahlâk, doğruyu nasıl seçeceğimizi gösterdiği gibi, dinî inanç da, bu doğruya bütün kalbimizle sarılmamızı sağlar. • Eğer o insan, Tanrı’ya inanıyorsa, bu defa dinle o kişinin ahlâki görüşleri artık iç içe olacaktır. • Örneğin bazı durumlar, bizi birtakım ahlâki talepleri yerine getirmeye çağırır, fakat birçok nedenlerden dolayı üzerimize düşeni yapmaktan kaçınırız. İşte bu noktada Tanrı inancı araya girer ve üzerimize düşeni yapmaktan kaçınmamızı önler. 47
• Mesela, yoksul bir insanın bizden yardım istediğini düşünelim. Bu kişinin yoksul olması ve bizden yardım istemesi, her şeyden önce, bir olgudur. Buna, durumun olgusal boyutu diyelim. • Durumu bu düzeyde ele almak ve başka hiçbir şey yapmamak mümkündür. Fakat böyle bir olguya dayanarak kendimize "bu insana yardım etmeliyim" dersek, yani durum, bir talep doğurursa, olay yeni bir boyut kazanır ki, bunun adına da ahlâk boyutu diyelim. • Bu boyutun varlığına rağmen kendi maddi imkânlarımızı ön planda tutarak bizden yardım isteyen kişiye elimizi uzatmayabiliriz, yani ahlâki sorumluluğumuzdan kaçabiliriz. 48
• John Hick’e göre böyle bir durum karşısında kalan insan, eğer Tanrı’nın varlığına inanıyor ve O'nun kendisinden neleri yapmasını istediğini biliyorsa, şu şekilde düşünebilir: • Karşımda duran şu yoksul insan, benim kadar saygıya, sevgiye ve mutlu olmaya lâyıktır. O, benim kardeşimdir, çünkü ikimize de varlık veren, Tanrıdır. Tanrı’nın katında insan olma bakımından ikimiz arasında bir fark yoktur. Şu anda içinde bulunduğum durumu gören Tanrı, benden yardım etmemi istiyor. Eğer bundan kaçınırsam sadece bu yoksul insanı değil, Tanrı’yı da gücendirmiş olacağım. • 2: 195 Allah yolunda mal harcayın da kendinizi ellerinizle tehlikeye bırakmayın ve güzel hareket edin. Çünkü Allah güzellik ve iyilik edenleri sever. • 2: 215 Ey Muhammed! Sana nereye infak edeceklerini soruyorlar. De ki: Hayır olarak verdiğiniz nafaka, ana baba, yakınlar, öksüzler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Hayır olarak daha ne yaparsanız herhalde Allah onu bilir. 49
• O halde kendi yararımı ve bencilliğimi bir yana bırakmalı ve bu insana yardım etmeliyim. İşte bu şekilde düşünen bir insan için söz konusu olay, artık bir başka boyut kazanmıştır. Bu boyut, inanç boyutudur. • İnanç boyutunu içeren bir tutum, ahlâki amaçtan farklı amaçlara da yer verir. • Sözgelişi, ahlâk, bize adam öldürmenin kötü olduğunu öğretir. İnanç ise, hem böyle bir fiilin kötülüğünden hem de hayatın kutsallığından söz eder ve inananın hayatında, adam öldürmenin kötü olduğuna inanmayla hayatın kutsal olduğuna inanma birleşir. 50
• Başka bir deyişle, dindar, karşılaştığı herhangi bir olayı bir de Tanrı’nın varlığı açısından yorumlar ve kendi yaşamında "kötü"ye "günah"ı, "iyi"ye "sevap"ı ekler. • Ahlâki bir sistemin, Tanrı inancı olmadan işlemesi pratikte elbette mümkündür, fakat en önemli özelliklerinden birisi bağlayıcılık olan ve insanların şahsi çıkarlarından gerektiğinde fedakârlık yapmalarını gerektiren yasalardan oluşan ahlâki sistemlerin, Tanrı inancı olmadan rasyonel bir temel oluşturması son derece zordur. 51
Kaynak Celal Büyük, Tanrısız Ahlak, Ankara, 2014. 52
- Slides: 52