Ondokuz Mays niversitesi ktisadi ve dari Bilimler Fakltesi
Ondokuz Mayıs Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Türk İdare Tarihi Dersi Prof. Dr. Nuray KESKİN nekeskin@omu. edu. tr
Osmanlı Olgusuna Yaklaşım
aşırı merkeziyetçi-despotik Türkiye’de yaşanan iktisadi, toplumsal, siyasi ve yönetsel sorunları Osmanlı’dan miras alınan «aşırı merkeziyetçi/despotik devlet geleneği» ile açıklamak sıkça başvurulan bir yoldur.
Bu açıklamalara göre, Osmanlı’dan bugüne kadar, toplum üzerinde mutlak bir hakimiyet kuran «baskıcı devlet» , toplumsal yaşamın bütün alanlarına nüfuz ederek, demokratik hak ve özgürlüklerin gelişmesini engellemiştir.
Egemen düşünce Bu bakış açısının hem siyasal hem de akademik düzlemde çeşitli kesimlerce paylaşıldığı bilinmektedir; televizyon haberleri, gazete sayfaları, gündelik sohbetler de bu yönde örneklerle doludur. Böyle bir bakış açısının egemen düşünce biçimi haline gelmesi kuşkusuz birden bire oluşmuş değildir.
�Devlet-toplum karşıtlığını merkeze alan ve Türkiye tarihi çalışmalarına damgasını vuran Weberyen yaklaşımın kurduğu üstünlük �Osmanlı toplum yapısını Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT) ile açıklayan Marksist yaklaşımların, Weber’in kavramsallaştırması ile oldukça yakın analitik benzerlikler taşıması �“Osmanlı’nın salt kendine özgü olduğu” şeklindeki yaklaşımın, ATÜT’çü görüşlerin yeşermesine uygun bir zemin hazırlamış olması
Weber’in temel sorunu Batı’da kapitalizmin ortaya çıkışının kültürel olarak biricikliğinin koşullarını ve özelliklerini açıklamaktır. Bu yaklaşım kendisini izleyenlerin Doğu’yu Batı’da olmayanlar üzerinden anlatmalarının önünü açmıştır. Weber, Osmanlı’daki patrimonyal sistemin piyasa ekonomisinin gelişmesine elverişli olmadığını ileri sürmüştür.
Weber: Patrimonyal devlet �Merkez-çevre karşıtlığı �Durağan toplum yapısı �Sınıfların yokluğu �Despotik/aşkın devlet �İslam kültürünün etkisi �Piyasa sistemini geliştiremedi �Demokrasi gelişmedi
Osmanlı: «Yok» lar coğrafyası �Osmanlı, Batı’ya referansla bir dizi yoklukla tanımlanmaktadır. �Osmanlı İmparatorluğu’nda gücünü piyasadan ve özel mülkiyetten alan ve iktisadi faaliyetlerle uyuşacak tipte kültürel ve davranışsal niteliklere sahip bir «sivil toplum» oluşmamıştır; sivil topluma özgü yapılar «kent yönetimleri» ve «meslek örgütleri» , «hukuk sistemi» gelişememiştir.
Merkez-Çevre? Türkiye’de patrimonyalizm analizi, büyük ölçüde “merkez-çevre” modeli ekseninde geliştirilmiştir. Devlet-toplum karşıtlığından hareket eden bu yaklaşıma göre, � «merkez» sivil toplumun gelişmesine izin vermeyen «baskıcı bir siyasal hayat alanı» , � «çevre» ise «özgürlükçü bir sivil hayat alanı» dır.
Merkez-Çevre? �İktidarı ve mülkiyeti tek elde toplayarak, sürekli kendi çıkarını maksimize etmeye çalışan patrimonyal devlet, aynı zamanda her türlü kapitalist birikimi de engellemiştir. �Bu açıklama çerçevesinde Osmanlı’dan Türkiye’ye geçiş döneminde de başat rolü oynayanlar, kendilerini «devletin çıkarları» ile özdeşleştirerek özerk ve güçlü bir grup haline gelen «bürokratlar» olacaktır.
Devlet X Toplum? Temel toplumsal çelişki «yöneten devlet «yönetilen toplum» arasına konumlandırıldığında Osmanlı’dan bugüne kadar bütün Türkiye tarihi bazen merkezin çevreye, bazen de çevrenin merkeze karşı üstünlüğü olarak yorumlanacaktır.
Cumhuriyet tarihi �Weberci analiz çerçevesi, Cumhuriyet tarihini de merkez-çevre karşıtlığı üzerinden okur. �Bu yaklaşıma göre; «Cumhuriyet tarihi, 1950’ye kadar Batılı, modernleştirici, seçkin bürokratların tarihidir. » � «Devlet toplum, merkeziyetçi bürokrasi çevre üzerinde egemenlik kurmuştur. »
Cumhuriyet tarihi �Cumhuriyet’in ilk çeyreği bürokratların kendi iktidarlarını pekiştirdikleri bir dönem � 1950’den sonrası Demokrat Parti ile birlikte çevresel güçlerin iktidara gelişi
Darbeler? � «Kendini toplumda tek meşruluk kaynağı olarak görmek isteyen asker bürokratların tepkisi»
«kırbaçlı bürokrasi» Devlet ve bürokrasiyi egemen sınıfların dışında ve üstünde, başlı başına bir sınıf sayan bu yaklaşım, Cumhuriyet’in yönetici kadrolarını «kırbaçlı bürokrasi» şeklinde tanımlar. �Üretim araçlarını elinde tutan sınıflar nerededir? �Kırbaç kimin lehine işlemektedir?
kısaca Halkı ezen bürokrasi suçlanmakta ama bu baskıdan hangi sınıfların yararlandığı saklanmaktadır.
Büyülü formül «Yönetici sınıf olarak bürokrasi» hikayesi «her şeyi açıkladığı için hiçbir şeyi açıklamayan ve gerçek bir içerikten yoksun olan» sihirli formüllerden biri…
Baskıcı merkez-ezilen çevre �Toplumdaki temel çelişkilerin üstünü örten soyut bir «kurgu» dur. �Bu kurgu, egemen sınıflar lehine işler. �Toplumdaki gerçek çelişkiyi, iktidar ilişkilerini görünmez kılar.
Devlet; artığa el koyma mücadelesinin alanı Oysa Osmanlı’yı incelerken devletin kendisi artığa el koyma mücadelesinin bir alanı olarak düşünülürse, farklı toplumsal grupların farklı tarihsel koşullarda güç kazanması ya da gücünü kaybetmesi açıklık kazanır…
Temelde bakılması gereken �üretenler ve egemenler arasındaki ilişkiler, �egemenlerin kendi içindeki kaynakların kontrolü üzerinde verdikleri mücadele, �merkez-taşra egemenlerinin ilişkilerinin yönü ve �tüm bunların denk düştüğü karmaşık siyasi ve toplumsal yapılanmalardır.
Güç dengesi �Egemen sınıfların alt grupları arasında değişen güç dengeleri siyasal iktidarın biçimini ve içeriğini belirler. �Egemen sınıf içindeki çatışma-pazarlık -uzlaşma süreçleri belirleyicidir.
Göreli özerklik �Belli tarihsel anlarda devlet egemen sınıflardan göreli olarak özerkbağımsız kalabilir. �Özerkliğin kapsamı büyük toplumsal krizlerde ya da bir üretim tarzından diğerine geçiş dönemlerinde genişleyebilir.
Korkut Boratav: «Cumhuriyet tarihi, imparatorluğun çöküşüne tekabül eden -ve devletin göreli özerkliğinin genişlediği- dönemde devlet çarkına el koyan küçük burjuva kökenli kadroların zaman içinde burjuvalaşması ve devletin ekonomik bakımdan egemen bir sınıflar bloku tarafından giderek fethedilmesi sürecidir. »
Cumhuriyet döneminde devletin temel görevi «toplumun güvenliğini ve istikrarını güvence altına almak, kapitalizmin hızlı gelişimini olanaklı kılmaktır. »
Üretim tarzı nedir? �iktisadi bir kavram olarak üretim tarzı, toplumun ekonomik temeli ile ekonomik ilişkiler örgüsünü anlatmaktadır. �Farklı üretim tarzları, farklı maddi toplumsal üretim güçleri ve üretim ilişkileri biçimine karşılık gelmektedir.
Üretim tarzı: Feodalizm �kendi topraklarını işleten, �geçim kaynaklarıyla doğrudan ilişkisi olan, �topraklarındaki üretimlerinden ortaya çıkan değere belli toplumsal grupların el koyduğu bir «köylüler toplumu» olarak tanımlarsak, sanayi öncesi bütün toplumlar bu tanıma uymaktadır.
Feodal üretim tarzı �Halil İnalcık’ın sözleriyle: «Batı feodalitesi ile Osmanlı İmparatorluğu’nun “feodal toplumsal örgütlenme”nin iki değişik örneği olduğunu söylemek mümkündür. Aradaki fark, birkaç yüz yıl boyunca merkezi bir devletin ve merkezi bir kanunnameler sisteminin koruması altında yaşayan Osmanlı köylüsünün, ortaçağ Avrupası’nın serflerinden çok daha şanslı olmasıdır. »
Bu anlayışa göre, ideal Osmanlı insanı “bulunduğu toplumsal sınıfta sabit, siyasal sisteme ve hükümdara mutlak itaatkar ve vergisini ödeyip üretimi aksatmayan kişi”dir. Osmanlı padişahlarının, devlet otoritesini temsil eden askeri sınıf üyelerinin bu otoritelerini reayaya karşı kötüye kullanmalarını olağanüstü tedbirlerle yasaklayan adaletnameler yayınlamaları ve kadının ilgili beyannameyi mahallelerde ve cemaat pazar yerlerinde reayaya bildirmesi, reayadan bir kişi bunun kopyasını isterse bir kelimesini bile gizlemeden ücretsiz vermesi şartı bu anlayışın yansıması olarak görülmelidir. Taşrada egemen sınıf üyelerinin herhangi bir suistimali veya keyfi davranışı karşısında reaya, şikayetleri için hakem durumundaki kadıya, hatta yerel çözüm yollarının tıkanması halinde, doğrudan doğruya bir nevi temyiz mahkemesi özelliği taşıyan divanı humayuna bile müracaat edebilmektedir. Bu uygulama Osmanlı siyasal sistemine kolektif karşı-eylemleri azaltmakta hatta yok etmektedir. Reayanın, taşra egemeni eşraf ve ayanı şikayet edebilmesi ve devletten adalet isteyebilmesi, devletin de adaletnameler yayınlayıp bu talebe karşılık vermesi, hem siyasal iktidarın meşruiyetini hem de merkez ve taşra egemenleri arasındaki “mutabakata dayalı” ilişkilerin canlı kalmasını sağlamıştır.
Dört Dönemde Osmanlı � 1300’lerin başından İstanbul’un fethine (1453’e) kadar süren birinci dönem, Osmanlı Beyliği’nin diğer Türk beylikleri üzerinde hakimiyet kurmaya ve merkezi bir devlet gücü oluşturmaya çalıştığı bir süreçtir. �İstanbul’un fethinden 16. yüzyılın sonuna kadar devam eden ve “klasik Osmanlı dönemi” olarak adlandırılan ikinci dönem, devletin imparatorluğa yükseldiği dönemdir.
Osmanlı � 17. ve 18. yüzyılları kapsayan üçüncü dönem, sosyo-ekonomik yapıda ve klasik kurumlarda bozulmaların ortaya çıktığı, büyük toplumsal çalkantıların yaşandığı bir istikrarsızlık ve değişme dönemidir. � 19. yüzyıl başlarından I. Dünya Savaşı’na kadar geçen dördüncü dönem ise, Batı kapitalizmi karşısında sürekli gerileyen ve giderek bir yarı-sömürge durumuna düşen imparatorluğun çözülüş ve çöküş dönemidir.
Tımar – İltizam – Yarı Sömürgeleşme �Bu dönemleme, aynı zamanda Osmanlı toplumuna egemen feodal üretim ilişkilerinin farklı aşamalarına denk gelmektedir. �Üretim tarzının içsel evrimi, toplumsal kuruluşun iç çelişkilerini harekete geçirerek, her dönemde feodal rantı yeni bir biçimde paylaşma sorununu gündeme getirmiştir. �Devlet örgütlenmesi de, feodal üretim ilişkilerinin dönüşümüne bağlı olarak yeniden biçimlenmiştir.
Osmanlı toplum yapısı �Osmanlı tarihçilerinin betimlemesine göre, “bütün İslam ve Orta Doğu devletlerinde olduğu gibi, Osmanlılarda da toplum başlıca iki sınıfa ayrılmıştır: Askeriler ve reaya.
Askeriler Hükümdarın otoritesini temsil eden her kademedeki sivil - asker yöneticiler ile ilmiye (ulema) mensuplarını kapsayan devlet görevlileridir.
Reaya Tarım ve sanayi alanında üretim yapan veya ticaretle uğraşan köylülerle kentlileri kapsamaktadır.
Yönetenler-yönetilenler �Birinciler vergi vermez fiili üretimde bulunmazlar iken, ikinciler vergi yükümlüsü üreticiler �Bu durum toplumsal yapıda devlet ve din unsurlarının toplumsal mevki veren iki kaynak olmasına yol açmıştır. �Devlet ve din unsurlarının yanında yer alan üçüncü kaynak ise servettir. �Bu tabakalanma imparatorluğun her bölgesinde, kır-şehir ayrımı olmaksızın geçerlidir.
Askeri ve reaya �Osmanlılar aynı sınıflamayı ele geçirdikleri bölgelerde de sürdürmüşler ve halkı, Müslüman olsun ya da olmasın askeri ve reaya olmak üzere ikiye ayırmışlardır. �Böylece Balkanlar’da yüzlerce aileden oluşan Hıristiyan aristokrasi ile Anadolu beyliklerindeki yönetici sınıflar Osmanlı askeri sınıfının ayrıcalıklarına sahip olmuşlardır. �Tarım ve ticaretle uğraşanlar ise ister Müslüman, ister Hıristiyan olsun reaya sayılmışlardır.
Çiftçi ve şehirli Reaya kulluk denilen birtakım hizmetleri yapmak veya onun yerine raiyyetlik rüsum denilen vergileri ödemek zorunda olan çiftçi reaya ile bu kulluklardan muaf olan şehirli reaya olmak üzere ikiye ayrılmaktadır.
Kentli reaya �Kentli reaya çıraktan kalfaya, kalfadan da yoksul ve zengin ustalara kadar uzanan lonca hiyerarşisi içinde çalışan esnaf, şehirlerarası ya da uluslararası ticaret yapan tüccarlar ile sarraflardan oluşmaktadır. �Nüfusun yaklaşık % 90’ı kırsal alanlarda, % 10’u ise kentlerde yaşamaktadır.
reaya Şeriata göre yapılan ayrımda ise reaya, müslim ve gayrimüslim olarak iki gruba bölünmektedir.
Temel ilke �Osmanlı Devleti’nde toplumsal düzenin korunması için herkesin kendisine uygun toplumsal mevkide tutulması gerektiği düşüncesine bağlı kalınmıştır. �Tebaasını, askeri sınıfın imtiyazlarından uzak tutmak devletin temel ilkesidir. �sınırlarda fiilen savaşanlar ve medresede düzenli eğitim gördükten sonra sultan beratı elde edebilenler askeri sınıfa geçebilmektedir.
Kısmi akışkanlık �Ancak yine de Osmanlı Devleti’nde yönetilen sınıftan, egemen sınıfa doğru kısmi bir akışkanlığın olduğu da bilinmektedir. � 17. yüzyıl reform yazarları, devletteki çözülmenin nedenini, bu temel ilkenin ihmal edilmesine bağlamışlardı. Belgeler, 16. yüzyılın sonları ile 17. yüzyılın başlarında şehirli tüccarların da askeri sınıfa geçmek için girişimlerde bulunduğunu göstermektedir.
İdeal Osmanlı insanı “bulunduğu toplumsal sınıfta sabit, siyasal sisteme ve hükümdara mutlak itaatkar ve vergisini ödeyip üretimi aksatmayan kişi”dir.
Osmanlı toplumu �Bu açıklamalar ışığında Osmanlı toplumu temel olarak yöneten ve yönetilenler olarak ikiye bölünmekte; �yönetenler kendi içinde ümera (sivilasker memurlar) ve ulema (dini görevliler), �yönetilenler ise köylü ve kentli reaya olmak üzere farklı kategorilere ayrılmaktadır.
Sosyo-ekonomik gerçeklik? �Bu anlatıda egemen sınıfların kendi içindeki mücadeleye yer verilmemektedir. �Oysa Osmanlı’da yönetici sınıfın bileşimi kurulduğu 14. yüzyılın başından yıkıldığı 20. yüzyıla kadar hep aynı kalmış değildir.
Egemen Sınıfların Niteliği �Osmanlı ailesi etrafında örgütlenmiş savaşçı gaziler-alpler (seyfiye/ümera) ile tarikat mensubu şeyh ve dervişler (ilmiye-ulema) �Yerel feodallerin ve hanedanın çocukları �Kapıkulları �Eşraf ve ayan (tüccar, esnaf, mültezim, sarraf, vb) �Hristiyan, Yahudi ve Ermeniler
Devşirme Sistemi: Kapıkulları �Osmanlı hükümdarları, toprağı vakıf ya da mülk olarak ellerinde tutan etkili Anadolu aileleri ile onların savaş güçlerini oluşturan aşiretlerin güçlenmesini engellemeye çalışmışlardır. �Bu amaçla I. Murat döneminde merkezkaç güçlerin oluşması tehlikesine karşı, yeni bir askeri ve idari yapı oluşturulmaya başlanarak, kul sisteminin temelleri atılmıştır.
Kul? � Kul, “Müslüman doğmamış, kendi tercihiyle değil savaş esiri, devşirme ya da hediye olarak Osmanlı sistemine alınmış, Osmanlı askeri-idari düzeninde en küçük rütbeden en büyüğüne kadar görev almak üzere yetiştirilmiş” kişiyi anlatmaktadır. � Sistemin mantığı, Hıristiyan reayanın erkek çocuklarının belirli kurallar çerçevesinde toplanarak Müslüman Türk kültürü üzerine yetiştirilmesi, yetenekli olanlarının Enderun Mektebi’nde devlet görevleri için eğitilmesi ve bir bölümünün de Acemioğlan Ocağı’nda yetiştirilerek Yeniçeri Ordusu’na katılması esasına dayanmaktadır.
Kul sistemi �Kul sistemi, “ulemanın askeri şeflerle mücadelesinde vurucu güç olsun diye yarattığı ama sonradan kendi yaratıcısının aleyhine dönen bir devasa makine” olarak tanımlanmaktadır. �Buna göre Osmanlı devlet yönetiminde önemli bir rol üstlenecek olan kapıkullarının devşirme usulüyle örgütlenmesi düşüncesini padişaha ilk öneren ve teşvik edenlerin, ulema sınıfına mensup devlet adamları olduğu söylenmektedir.
Kul sistemi � 15. yüzyılda fethedilen bölgelerde “yüksek sınıfa mensup beyzadeler” Osmanlı sarayına alınmakta, orada ayrıcalıklı bir eğitim görmekte ve çoğunlukla bey unvanı ile önemli görevlere getirilmekteydi. � Böylece Osmanlı öncesi Rum, Bulgar, Sırp ve Arnavut aristokrasisine mensup birçok kişi, Osmanlı beyleri ve vezirleri olarak hizmet etmişlerdir. � Devşirme yöntemi esas olarak II. Mehmet döneminde kurumsallaşmıştır. Bu dönemden itibaren kullar veziriazamlık dahil, devletin askeri ve idari tüm yürütme mekanizması içine geniş çapta nüfuz etmeye başlamıştır.
işbölümü �Anadolu Selçukluları’nda olduğu gibi, kul sisteminden gelenlere yalnızca askeri-idari makamlar verilmiş, maliye ve yazı işleri şefliklerine genellikle ilmiye sınıfından Türk-Müslüman unsurlar getirilmiştir. �Bunun yanı sıra, şeriat ve kanunlara göre hüküm verme yetkisi özellikle ulemanın eline bırakılmıştır.
ümera �Görüldüğü gibi, askeri sınıfın ümera unsuru gerçekte iki toplumsal gruba dayanmaktadır: �Bunlardan ilkini yerel feodal beylerin ve hanedanların çocukları, ikincisini kul sistemi içinden gelenler oluşturmaktadır.
Kul çocukları Daha önceki kulların çocuklarının da taşra yönetiminde zaim, tımar defterdarı, tımar kethüdası gibi görevler alarak ya da doğrudan doğruya sancakbeyliğine getirildikleri görülmektedir. Ayrıca Osmanlıların ele geçirdikleri yerlerdeki aristokrat-yönetici sınıfı kolladıkları ve bunlara Osmanlı düzeninde devlet denetimine tabi de olsa bir yer verdikleri bilinmektedir.
kul �Genel olarak kulların ilk yetiştikleri toplumdan, sınıfsal kökenlerinden tamamen kopmuş, aile bağları olmayan, padişaha bağlılıkları yüksek kişiler oldukları kabul edilmektedir. �Ancak, bu genel görünümün gerçek durumu yansıtmadığını belirten Metin Kunt, “kul asıllı Osmanlıların doğup büyüdükleri bölgeler ve ailelerle ilişkilerini sürdürdüklerine, birbirleri ile çeşitli ilişkiler geliştirdiklerine” dikkat çekmektedir.
Kul’ların servet biriktirmesi «Askeri sınıfa dahil olan ve çeşitli görevler alan bir kapıkulu, ülkenin çeşitli yerlerinde belirli sürelerle görev yaptıktan sonra, bir süre başka bir göreve atanmaz ve askerilik statüsünde bir değişiklik olmadan yeniden görev alacağı günü beklerdi. Bu bekleme dönemlerinde askerilerin, kişisel servet biriktirme imkanına sahip oldukları ve bu serveti de ticari faaliyetlerde kullandıkları bilinmektedir. Askeri sınıfa mensup olmanın getirdiği toplumsal güç ve otoritenin yanı sıra, ticari faaliyetleri sonucunda elde ettikleri iktisadi güç, bu görevlileri ister istemez “kul” niteliğinden uzaklaştırmaktadır. Nitekim 17. yüzyıldan itibaren taşrada önemli sosyo -ekonomik güç elde eden ailelerin çoğunun kökeninin de bunlara dayandığı bilinmektedir. »
yahudiler Gayrimüslimler içinde, 15. yüzyılın sonlarından itibaren Osmanlı toplumunda öne çıkan cemaat Yahudiler olmuştur. Yahudi cemaatinin yükselişi özellikle 1492’den itibaren İspanya ve Portekiz’i terke mecbur edilen Yahudilerin büyük bir kısmının Osmanlı topraklarına, özellikle Selanik’e yerleşmeleri ile başlamıştır. Yahudiler, zanaatkârlar ve esnaf olarak toplumun orta sınıflarında önemli şekilde temsil edilmiştir. İktisadi olarak büyük güç elde eden ve siyasal hayatta da rol oynayan Yahudiler toplumun en özgür cemaatlerinden biri olarak varlığını korumuştur.
Egemen sınıflar 15. ve 16. yüzyıllarda büyük kentlerdeki lonca ustalarının bir bölümü ile uzun mesafeli ticaretle uğraşan tüccarların, halk arasında sarraf olarak adlandırılan tefecilerle üst düzey yönetici zümrenin elinde büyük servetler birikmişti. Bu toplumsal kesimler içinde en büyük servet son iki grubun üyelerine aitti.
Geniş köylü kitlesi �Geniş köylü kitlesi, ister bir miktar toprağa sahip olsun, isterse ortakçı durumunda bulunsun, kapalı ekonominin bir lokma, bir hırka şartlarında yaşamayı sürdürecektir. �Tımar sahibi, bey, ağa, şeyh, mültezim, tefeci ve aracı gibi feodal düzenin egemen sınıflarının baskısı devam ederken, 19. yüzyılda yabancı sermayenin kervana katılmasıyla, köylünün sömürülüşü daha da artacaktır.
«Osmanlı Arşivleri, dünyada Osmanlı Devleti resmi kurumlarından günümüze ulaşmış belge, fotoğraf ve haritaların saklandığı en büyük arşiv olma niteliğini taşımakta, arşivde 100 milyon belge ve 370 bin defter bulunmaktadır. Osmanlı Arşivlerinde bulunan kaynaklar, sadece bugünkü ulus-devlet sınırları dahilinde yaşamış Osmanlı tebaası değil, Osmanlı Devleti idaresi altında bulunmuş ya da Osmanlı toplumu ile ilişkiler geliştirmiş tüm devlet ve toplumların tarihi üzerine bilimsel çalışmalar yapılabilmesi açısından büyük önem taşımaktadır. »
Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Başkanlığı http: //www. devletarsivleri. gov. tr/ Cumhuriyet Arşivi Osmanlı Arşivi Türk Diplomatik Arşivi
Araştırma Sorusu � Yaşadığınız/doğduğunuz ilde veya ilçede yer alan tarihi eserleri ait oldukları döneme göre (Antik – Roma – Selçuklu – Osmanlı – Erken Cumhuriyet) sınıflandırınız ve eserlerin adını yazınız. Günümüze kalan eserler arasında hangi döneme ait olanlar öne çıkmaktadır? Yazınız. � Yanıtlarınızın özgün olması beklenmektedir. İnternetten kes-kopyala-yapıştır yanıt bırakmamanız rica olunur. Soruyu yanıtlarken bu eserlerden hangisini/hangilerini ziyaret ettiğinizi belirtebilir, bu ziyaretin sizde bıraktığı izlenimi de paylaşabilirsiniz.
Bu bölümde yer verilen bilgi aşağıdaki kitaptan derlenmiştir: Nuray Ertürk Keskin, Türkiye’de Devletin Toprak Üzerinde Örgütlenmesi, Tan Kitabevi Yayınları, Ankara 2009.
- Slides: 62